indyturk.com Ramjanmabhoomi efsanesi: Hindistan'ın Ram Tapınağı'nın uzun ve karmaşık hikâyesi Dr. Duygu Çağla Bayram Independent…
Medeniyet Okumaları’nın 14. Dersinde “Hint-İslâm Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler” Konu Edildi
Medeniyet Okumaları’nın 14. Dersinde “Hint-İslâm Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler” Konu Edildi
05.06.2017
İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın 4 Mayıs Perşembe günü gerçekleştirilen on dördüncü dersinde, “Hint-İslâm Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler” konu edildi.
İhsan Fazlıoğlu, Hindistan denildiğinde Pakistan, Nepal ve Bangladeş’i de kapsayan coğrafyanın kastedildiğini, İslâm coğrafya biliminde Endonezya’nın Sumatra kısmının da, kültürel nedenlerle Hint coğrafyasına dâhil edildiğini belirterek sözlerine başladı. Hindistan’ın bir yarımada olduğunu, dokuz bölge ve yirmi iki eyaletten oluştuğunu, yüzölçümü bakımından dünyada yedinci sırada, nüfus bakımından ise ikinci sırada yer aldığını aktardı. Tarih boyunca çok merkezî bir konumda olan Hindistan’ın baharat ve ipek yolları üzerinde bulunduğunu, kereste, maden ve değerli taş bakımından da son derece zengin olduğunu anlattı. Sindhû – İndus’tan gelen Hindistan’ın nehir ülkesi anlamına geldiğini, bu ismin bölgeye Persler tarafından verildiğini bildirdi. Hindistan’ın diğer coğrafyalarda ve kültürlerde egzotik, sırlı, mistik, masalımsı bir ülke olarak görüldüğünü, bunun yanında eşyanın hakikatini bilmeye çalışmaları hasebiyle hikmet sahibi bir ülke olarak anıldığını belirtti. Tarih boyunca hep parçalı bir yapıya sahip olan Hindistan’ın Babürler ve İngilizler döneminde olmak üzere iki defa bütünlük kazandığına; bugün ise parçalı yapısını sürdürdüğüne dikkat çekti. Bölgenin iklim yapısından ve bitki çeşitliliğinden bahseden Fazlıoğlu, etnik yapının karışık olduğundan ve en eski yerleşimcilerin Dravitler olduğundan bahsetti. M.Ö. 2000’de Orta Asya’dan inen Hint-Avrupa kavimlerinin gelişi dolayısıyla Dravitlerin bugün toplum yapısı içinde en alt tabakayı teşkil ettiğini, söz konusu kavimlerin bölgeyi ele geçirerek Dravitleri, diğer bir deyişle yerli ahaliyi köleleştirdiklerini ifade etti. Esas Hint- Sanskrit kültürünü de Hint-Avrupa kavimlerinin yarattığına dikkat çekti. Perslerin, Makedonların, Sakaların, Akhunların, Moğolların, Babürlerin ardından Afganların bölgede hâkimiyet kurduklarını; tüm bu hareketliliğin bu coğrafyadaki çeşitliliği de artırdığını aktardı. Günümüzde sadece Hindistan’da halkın yüzde sekseninin Hintçe konuşan Hindulardan oluştuğunu, yüzde on altısını Müslümanların, yüzde dördünü ise Hıristiyanların, Budistlerin ve Jainistlerin teşkil ettiğini belirtti. Bölgede bin altı yüz dilin konuşulduğuna dikkat çekti. Hindistan coğrafyasının çelişkiler ülkesi olarak adlandırılabileceğini söyleyen Fazlıoğlu, hem ekonomik, hem coğrafî, hem de iklim bakımından uçları yaşadığını anlattı. Özellikle tarım ve hayvancılığa uygun bir yapıya sahip olan bölgede altı yüz milyona yakın hayvanın bulunduğunu; fakat bu hayvanların bir kısmının kutsal sayılmaları nedeniyle tarım arazilerine verdikleri zararın da görmezden gelindiğini, söz konusu yapının verimli bir biçimde değerlendirilemediğini anlattı. Balıkçılığın da geçime katkısının bulunduğunu ekledi.
Hindistan’ın tarihçesine bakıldığında ilk yerleşimin M.Ö. 8000’de gerçekleştiğini, çok çeşitli kültürlere ve küçük ölçekli medeniyetlere ev sahipliği yaptığını, ilk bilinen medeniyetin ise Harappa yani İndus medeniyeti (M.Ö. 2300) olduğunu, bunların ilk şehir kültürünü kurduklarını ve yazısının henüz çözülemediğini aktardı. M.Ö. 1500’e doğru Ârî kavimlerin bölgeyi ele geçirerek Ganj nehri etrafında örgütlendiklerini ve bugün bildiğimiz esas Hint medeniyetini ile kast sistemini de bunların oluşturduklarını; Sanskritçe ve Vedaları yarattıklarını belirtti. Perslerin ardından bölgeye gelen İskender’in Yunan kültür ve medeniyetini bu coğrafyaya miras olarak bıraktığını aktardı. İslâm’ın M.S. 700 yılında bölgeye geldiğini, bölgenin esas İslâmlaşmasının ise Gazneliler döneminde gerçekleştiğini belirtti. Gazneli Sultan Mahmûd’un bölgeye gerçekleştirdiği on yedi seferin sonunda Lahor’u ele geçirerek Müslümanların kalıcı merkezi olarak kullandığını, İslâm’ın da bu merkezden Hindistan’a yavaş yavaş yayıldığını ifade etti. Daha sonra Pencap’ın İslâm’ın merkezi olarak önem kazandığını, bölgede hâkimiyet kuran Gurluların, Harzemşahların gelişiyle birlikte yer değiştirerek Hindistan coğrafyasına gittiklerini ve bugün bildiğimiz Hint- İslâm kültürünü ilk olarak örgütlediklerini anlattı. Kutbuddin Aybek’in Delhi Sultanlığı’nı (1206-1526) kurduğunu, damadı Şemseddin İltutmuş’un da bu sultanlığı geliştirdiğini; Gurluların devamı niteliğinde olan Sultanlığın, Timur tarafından zayıflatıldığını; ancak bunun daha sonra Babürlere (1526 – 1858) de bir zemin teşkil ettiğini belirtti. Üç yüz yılı aşkın süreyle varlık göstermiş bir devlet olan Babürlerin Hint-İslâm kültürünün oluşmasında ciddî katkıları olduğunu belirtti. Hindistan’ı birleştiren Ekber Şah’ın (ö. 1605) din-i ilâhî isminde bir din kurduğuna, dinî ve etnik bakımdan çeşitlilik gösteren bu coğrafyayı manevî olarak birleştirmenin tek yolunu yeni bir din kurmakta gördüğüne dikkat çekti. Daha sonra Cihangir’in ve ardından da Şah Cihan’ın başa geçtiğini, özellikle Hindistan’ın en önemli mimarî yapılarının Şah Cihan zamanında yapıldığını aktardı. Babürlerin en parlak dönemini 1658- 1707 arasında Evrengzib döneminde yaşadığını, Osmanlıların bu dönemde krizden yeni çıktığını, Safevîlerin sıkıntıda olduğunu, Hindistan’ın ise böylesi bir zamanda zirve dönemini yaşadığını belirtti. Devletin çeşitli saldırıların ardından parçalanması üzerine İngilizlerin devreye girerek yüzlerce racalık, sultanlık ve küçük devlete bölünen coğrafyada hâkimiyet kurduğuna dikkat çekti. Portekizliler, Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar tarafından sömürgeleştirilmeye çalışılan coğrafyanın yaşanan çatışmaların ve kıyımların ardından İngilizlere bağlı hale geldiğini, bunun ise Müslümanların askerî, siyasî ve ticarî güçlerini kırdığını dile getirdi. Hintli Müslümanların 1850’lerde İngilizlerle anlaşma yoluna gitmeye çalıştıklarını, Seyyid Ahmed Hân, Emir Ali ve Nevvâb Abdullatif gibi yeni tip bir Müslüman entelektüeli de yaratacak olan sürecin böylelikle başladığını, bunun tüm Müslüman dünyasını etkileyecek bir gelişme olduğunu bildirdi. 1904’te Hindistan Müslüman Birliği’nin kurulduğunu, bu zamanda Osmanlı’ya yönelişin başladığını ve I. Dünya Savaşı’nda tüm Hindistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklediğini belirtti. Tüm Müslüman entelektüellerin İngilizler tarafından tutuklanmasıyla sonuçlanan bu süreç sonunda Hindistan hilafet hareketinin başlatıldığını, 1924 yılında hilafetin kaldırılmasıyla birlikte bu arayışın da çöktüğünü; Mevlana Muhammed Ali, Muhammed Ali Cinnah, Muhammed İkbal ve diğer entelektüellerin bağımsız bir vatan arayışına girdiklerini ve Pakistan’ı kurduklarını ifade etti. Söz konusu isimlerin bölgedeki tüm Müslüman kültürü tek bir bayrak altında toplama gayesi güttüklerini belirtti. 14 Ağustos 1947’de bağımsızlıklarını ilân ettiklerini, Hindistan’dan ayrı müstakil bir devlet kurulması halinde Hindistan’ın kaybedileceğini düşünen Ebû’l-Kelâm Âzâd’ın buna karşı çıktığını, sonuçta da Hindistan’ın kaybedildiğini bildirdi. Söz konusu bölünmeden sonra Pakistan ve Bangladeş’in kurulduğunu, yetişmiş entelektüellerin çoğunun da buralara yerleştiklerini, dolayısıyla Hindistan’da kalan Müslümanların sıradan halk olmasında dolayı büyük bir baskı altında bulunduğunu dile getirdi. Büyük oranda Sünnî-Hanefî olan Hindistan Müslümanların halen ciddî bir baskı altında yaşadığına işaret etti.
Osmanlılar ile Hindistan ilişkilerine gelince; ilk ilişkilerin Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesinin akabinde buradaki sultanlıkların kendisine gönderdikleri tebrik ile başladığını, Yavuz Sultan Selim döneminde ilişkilerin devam ettiğini, Sultan Yavuz’un halife unvanı dolayısıyla Portekizlilere karşı kendisinden yardım istenen Osmanlı’nın buraya bir donanma gönderdiğini ve karşılıklı ilişkilerin Sultan II. Selim ve Sultan III. Murad dönemlerinde de devam ettiğini belirtti. Kendilerini Osmanlı Devleti’nden daha üstün görmeye başlayan Babürlerin Osmanlı’yla ilişkilerinin gerildiğini, Safevîlerle ilişkileri bozulduğunda ise Osmanlı ile yeniden sıcak ilişkiler kurmaya çalıştıklarını aktardı. 1649’da Sultan IV. Murad zamanında yeniden bir ilişki içine girildiğini, bu etkileşim neticesinde de Babür-Hind kültürünün Osmanlı’ya tesir etmeye başladığını, Sebk-i Hindî’nin Osmanlı edebiyatına bu dönemde etkili olmaya başladığını belirtti. XIX. yüzyıla dek inişli çıkışlı bir biçimde devam eden Babür- Osmanlı ilişkilerinin bu yüzyılda Babürlerin yüzlerini tamamen bir güvenli bir liman olarak gördükleri Osmanlı’ya dönmeleriyle sıkı bir hale geldiğini, Osmanlı’nın da açtığı konsolosluklarla bunun sürmesine katkı sağladığını, Teşkilât-ı Mahsûsa’nın da buradaki Müslümanları örgütlemeye başladığını belirtti. I. Dünya Savaşı’nda ciddi destek verdiklerine; bu nedenle müslüman entelektüellerin tutuklandıklarına; ancak 1924’de hilâfet kaldırılınca kabullenmeyip kayıtsız davranmaya başladıklarına işaret etti.
Fazlıoğlu, Şehristânî’nin de ifade ettiği üzere kadim kültürlerde Hindistan’ın, her zaman için akıl ve hikmet ülkesi olarak anıldığını, eşyanın hakikatini araştıran ve metafizik soruşturma kabiliyetine sahip insanlardan müteşekkil olarak görüldüğünü, “Medeniyet nerede başlar?” sorusuna İslâm medeniyetinde iki cevabın verildiğini, bunların ilkinin Mezopotamya-Keldanîler ve ikincisinin ise Hint kültürü olduğuna dikkat çekti. Kâdî Saîd Endelusî’nin Tabakât el-umem adlı eserinde Hintlilerin ilim ve kültür üreten yedi kavimden biri olduğunu söylediğini vurguladı. Bu nedenle İslam âlimlerinin Hint kültürüne özel bir ilgi duyduklarını, Ahbâr el-Sind ve el-Hind adlı eserin yanında Birûnî’nin Hint kültür ve bilim tarihi kitabı olan Tahkîk ma-el-Hind adlı muhalled eserini kaleme aldığını söyledi. Nitekim İslâm medeniyetinde matematik bilimlerin önemli bir kaynağı olan Sidhanta’nın Hint matematik, astronomi, trigonometri ve misaha külliyatı olduğunu, bu kitabın Harezmî ve meslektaşları tarafından Arapçaya tercüme edildiğini belirtti. Bu eserle hem ondalık konumsal sayı dizgesinin öğrenildiğine hem de rakamlar için uygun sembollerin buradan alındığına işaret etti. Diğer bir önemli eserin ise bir Hint fablı ve siyasetnamesi olan ve Hintli filozof Beydeba tarafından kaleme alınan Kelile ve Dimne olduğunu söyleyerek, İslâm kültürünün teşekkülünde Hint kültürünün ciddî bir katkısı olduğunu, kısaca vurguladı.
Hindistan’daki İslâm kültürünün hakikî teşekkülünün Gaznelilerle başladığını bildiren Fazlıoğlu, İslâm’ın bu coğrafyada kültüre dönüşmesinin, Malay dünyasındakine benzer olarak, çok zor olduğunu, bunun gerçekleşebilmesi için kast sistemi sorununun çözülmesi gerektiğini vurguladı. Söz konusu sorunu ise, büyük sufîler çağında yaşayan ve bir çoğu ile doğrudan görüşen Şeyh Muînuddîn Hasan Çiştî’nin (ö. 1236) çözdüğünü belirtti. Bunun üzerine kast sistemine bağlı Hinduların Müslümanlaşmaya başladığını, Hindistan’da büyük çaplı bir gönüllü ihtida hareketinin hayata geçtiğini aktardı. Orta Asya’dan gelen farklı kültürlerin buradaki İslâmlaşma hareketine katkı sağladığını bildirdi. XII.-XIII. yüzyıllarda Hindistan’daki İslâm anlayışının merkez coğrafyadaki İslâm anlayışına bağlı olduğunu; en büyük çatışmanın ise Muʻtezilî ve Eşʻarî düşünce okulları arasında gerçekleştiğini ifade etti. Bu çatışmanın, İslâm’ın Hindistan coğrafyasında temerküz etmesini engellediğini vurguladı; bunun nedenini ise söz konusu okulların istidlâlî/rasyonel yöntemi takip ediyor olmalarına bağladı. Bu nedenle bu coğrafyada, tıpkı Malay dünyasında olduğu gibi, farklı görüşlere kucak açan tasavvufun işlerlik gösterdiğini dile getirdi.
Hindistan’da İslâm’ın yayılmasının iki temel metin üzerinden gerçekleştiğini, bunlardan ilkinin Mesnevî, ikincisinin ise Fusûs olduğuna dikkat çekti. Bu iki eserin de Hindular ile Müslümanlar arasındaki yakınlaşmasının merkezinde yer aldığını, Hinduların İslâm ile ilk müspet münasebeti bu eserler sayesinde kurabildiğini, daha sonra ise söz konusu eserler üzerine, Ali Hemedânî ve Şerefeddin Dihlevî gibi bilginler tarafından şerhler yazılmaya başladıklarını bildirdi. Dinî sadece ama sadece formel bir çerçevede idrak eden kişilerin Hindistan’da Mesnevî ve Fusûs üzerinden süren bu yoğun harekete tepki gösterdiklerini; her türlü Fusûs itirazının bilhassa İbn Teymiyye’nin öğrencisi Abdulazîz Erdebilî ve takipçileri tarafından yürütüldüğünü aktardı. XIV. yüzyılda, Mesnevî, Fusûs ve İbn Teymiyye’nin fikirlerinin çatıştığını, İbn Teymiyye’nin ortaya koyduğu fikirlerin seçkin kesimler tarafından dikkate alınmasına rağmen yaygın kültüre nüfuz edemediğini vurguladı. Hint-İslâm dünyasını anlayabilmek için nazarî tasavvufu, özellikle vahdet-i vucûd’u iyi bilmek gerektiğini; bu coğrafyada Mesnevî ve Fusûs üzerinde çalışan Muhammed Gavs gibi pek çok Müslüman âlimin Hind felsefelerine; Hindli filozofların da Fusûs ve Mesnevî’ye ciddi anlamda ilgi duyduklarını; nitekim din-i ilâhî fikrini ortaya atan Ekber Şah’ın da böyle bir dönemde ve bağlamda ortaya çıktığını belirtti. Ekber Şah’ın savunduğu din-i ilâhînin Hint felsefesinin vahdet-i vucûd açısından bir yorumu olduğunu; başka bir deyişle İslâm, Hinduizm, Budizm ve Jainizm’in vahdet-i vucûd üzerinden bir araya getirilmesi olduğunu ekledi. Abdullah Dihlevî’nin hadis ve fıkıh açısından, İmâm Rabbânî’nin ise tasavvuf açısından söz konusu fikre karşı çıktıklarını; bu karşı çıkışın ise Hint-İslâm dünyasını politik olarak ikiye böldüğünü, hatta bu çatışmanın Şah Cihân Evrengzib ile Dâr Şukûk arasındaki taht kavgasına bile yansıdığını belirtti. Tam bu noktada Malay İslâm-kültür havzasında kullandığı empirik vahdet-i vucûd kavramsallaştırmasına atıf yapan Fazlıoğlu, vahdet-i vucûd yorumunun Hind İslâm-kültür havzasında da hanedan mensupları arasındaki çatışmaları belirleyen, siyasî bir yapı arz ettiğini aktardı; dolayısıyla çözüm süreçlerinin de benzer olmasının şaşırtmayacağına işaret etti.
Nitekim Hint-İslâm kültürünün yarattığı bu sorunun ve çatışmanın, aynı kültür içinde çözülemeyeceğini vurgulayan Fazlıoğlu, Hintli Müslümanların çareyi, Malay dünyasındakine benzer bir şekilde, Mekke ve Medine’ye öğrenci göndermekte bulduklarını ifade etti. Abdurraûf Sinkîlî (ö. 1693)’ye benzer olarak, Hintlilerin de İbrahim Gurânî ve ekibine başvurduklarını, XVIII. yüzyılın en önemli İslâm düşünürlerinden olan Şah Veliyyullah Dihlevî’nin (ö. 1762) Mekke-Medine coğrafyasına giderek burada İbrahim Gurânî’nin oğlu Ebû Tâhir Muhammed ile birlikte çalıştığını dile getirdi. Dihlevî’nin Hindistan’a döndükten sonra Faysalat vahdet vucûd ve el-şuhûd adlı meşhur eserini yazdığını ve bu eserin bütün bir çatışmayı çözüme kavuşturduğunu belirtti. Gazâlî ve Fahreddin Râzî’ye eş-değerde görülen Dihlevî’nin bu coğrafya için son derece önemli bir isim olduğunu belirten Fazlıoğlu, onun Huccetullahi’l-bâliğa adlı kitabının hem Seyyid Ahmed gibi modernistler hem de Diyûbendî hareketi gibi gelenekselciler tarafından aynı oranda kullanıldığını; onun sadece söz konusu çatışmayı çözmekle kalmadığını, oğullarıyla birlikte, XV. yüzyılda Memluklularla birlikte zirvesine ulaşmış hadis ilmi çalışmalarını da yeniden dirilttiğini aktardı. Dihlevî’nin iki önemli kavram çifti iler sürdüğünü, bunlardan ilkinin bir düşüncenin, kültürün, dinin, felsefenin usulüne, yöntemine ilişkin temel ilkeler ile bu ilkelerin pratiğinden kaynaklanan kültürel unsurları birbirinden ayırmak olduğunu belirtti. Diğer bir deyişle söz konusu ilkelerin kendiliklerine ilişkin formel, aksiyomatik yapıları ile onların tarihsel süreç içerisindeki yorumları ve uygulamalarını birbirinden ayırdığını vurguladı. Dihlevî bu yaklaşımıyla dinî düşünceyi idrakte zaman ile mekânı birer değişken olarak aldığını, dinî yorum ve uygulamaların hangi zaman ve mekânda hayata geçirildiğini tespit etmenin önemi üzerinde durduğunu dile getirdi. Dihlevî’nin, XVIII. yüzyılda İslâm tarih tecrübesinin ekollere göre değil, bir bütün olarak algılanmasının ve kullanılmasının gerekliliğine vurgu yaptığını da aktardı. Nitekim ekoller üzerinden gidilerek yapılacak yorumların, yine tarihsel süreç içindeki uygulamaları ve sonuçları dayatabileceğine, bunun ise İslâm’a bütünlüklü bir bakış yaratmakta engel teşkil edeceğine dikkat çekti.
Bu coğrafyada İslâm medeniyeti tecrübesi açısından çok önemli isimlerin yetiştiğini ve önemli eserler ortaya koyduklarını belirten Fazlıoğlu, Şah Veliyyullah Dihlevî (Huccetullahi’l-bâliğa), Seyyid Ahmed Hân (Hutubât-i Ahmediyye), Şiblî Numânî – Süleyman Nedvî (Sîretu’n-Nebî), Ebû’l-Kelâm Âzâd (Tercumânu’l-Kur’an) ve Muhammed İkbâl’e (Reconstruction of Religious Thought) özellikle işaret etti. Fazlıoğlu’na göre, bu ve diğer isimler, İslâm coğrafyasında XVIII. yüzyıldan başlayarak modern – geleneksel tartışmalarını başlattı; politik, bilim-teknik, sanayî, dil ve kültür konularında modern durumu dikkate alarak fikirler geliştirdi; misyonerlik faaliyetlerine karşı eserler kaleme aldı; İngiliz kültürü ve siyaseti konusunda gözlem ve yorumlarda bulundu; daha da ilginç olanı Batı felsefesine ilk ciddî eleştirileri yöneltti.
Geleneksel ilimler açısından bakıldığındaysa, bu coğrafyada özgün üretimin XIV. yüzyıldan itibaren başladığını, Türkçe eserler de bulunmakla birlikte daha çok Arapça ve Farsça eserlerin kaleme alındığını, tefsir eserlerinin de vahdet-i vucûd yorumuyla yazıldığını belirtti. Sözü edilen isimlerin hadis ilmini de dirilttiklerini, bu çalışmaların XVI. yüzyıldan başlayarak XX. yüzyıla dek etkili olduğunu vurguladı. Hind ulemasının hadis çalışmalarının XVIII. yüzyılda hac yoluyla Osmanlı’ya da ulaştığını söyledi. Fıkıh alanında da ciddî katkıları olan Hintlilerin, tüm İslâm fıkıh pratiğinin kitabını, diğer bir deyişle tüm fetvaların bir araya toplandığı bir fıkıh metni (el-Fetevât el-Tatarhâniyye) hazırladıklarını bildirdi. Kelam, mezhepler ve dinler tarihi konularında da çok sayıda metin yazıldığını sözlerine ekledi. Tasavvufta Hucvirî’nin Keşfu’l-mahcûb’u, Fusûs şerhleri, İmâm Rabbânî’nin Mektubât’ı Hint dünyasının klasik ilimlerde dikkati çeken önemli katkıları olduğuna işaret etti. Rabbânî’nin talebesi Abdülhakîm Siyâlkûtî’nin (ö. 1657) son derece önemli bir şahsiyet olduğunu, dil, belagat, mantık ve kelâm sahalarındaki eserlerinin yüzyıllar boyunca, başta Osmanlı coğrafyasındakiler olmak üzere, medreselerde okutulduğunu belirtti. Diğer önemli ismin, Keşşâf ıstılâhât el-ulûm ve el-funûn adıyla İslâmî ilimlerin sözlüğünü hazırlayan Muhammed Tehânevî (ö. 1750’den sonra) olduğunu bildirdi. Ayrıca, Sıddık Hasan Han Kannevcî’nin (ö. 1890) çok yönlü bir şahsiyet olduğunu ve pek çok alanda başta Ebced el-ulûm olmak üzere 220 eser kaleme aldığını; Abdulazîz Ferhârî’nin de başta Teftâzânî’nin akâid şerhine kaleme aldığı el-Nibrâs adlı derin şerhi yanında pek çok ilmî alanda katkıları olduğunu belirtti.
Fazlıoğlu son olarak, Hintlilerin İslâmiyet ile birlikte kazandıkları en önemli pratiğin toplu ibadet kavramı olduğunu, Hinduizm’de toplu ibadet anlayışının bulunmadığını aktardı. Hinduizm ve Budizm’de dinin yalnızca seçkin bir zümreye açık olduğunu belirterek İslâm’ın herkesi eşit gören ve inanmaya hazır herkesi kucaklayan bir din olduğunu, bu bağlamda da kast sisteminin manasızlığını Hintlilere yine İslâm dininin öğrettiğini dile getirdi. İslâm dini ile Hint kültürünün pek çok alanda birbirini karşılıklı olarak etkilediğinin altını çizdi.